Loading...
Sevgili öğrencim Mert diyor ki ;

“Mertçiğimi, annesi ve ağabeyi Can öğrencimken yanlarında gördüm ilk kez.. Sarı saçlarının arasından merakla ama biraz uzaktan bakıyordu önceleri… Sonra piyano taburesine oturuverdi birgün çalmayı denemek için… ilkokuldaydı ama kendi zevkleri ve görüşleri vardı… Açıktı, doğaldı… Aşağıda da okuyacağınız gibi “1-2 kez çalayım olsun bitsin parçalar çabuk çabuk” diye düşündüğünü anlıyordum… İşin ilginci bu şekilde ilerlemenin yavaş ve sıkıcı olacağını da o anlıyordu Ve de akıllı, yetenekli bir müzik sevdalısıydı… Çok şey öğrendim Mert’ten; evet ben piyano öğretiyorum ama daha büyük resme bakınca “piyano çalmak yoluyla müzik sevgisi aşılamak, müzik sevgisi yoluyla ruhu mutlu bedeni sağlıklı çocukların, gençlerin, yetişkinlerin çoğalması… Benim “yolumu bulmamda” Mertçiğim’in etkisi ve rolü önemlidir… Artık biliyorum ki; her öğrencim tektir, değerlidir, özeldir…Ve ben onu can kulağı ve yüreğimle dinleyip, anlayıp; ihtiyacını, isteğini bulup destek olurum… Ömrüm yettikçe…. Yazını mutlulukla paylaşıyorum Mertçiğim… Özlem Öğretmen / Özlem Abla :-)”           

“Herkesin bir hikayesi vardır; hatta yaşanılan her olayın, içinde bulunulan her durumun, sahip olunan her yetinin, her hobinin bile bir hikayesi vardır. İlginçtir ki bazı hikayeler birbirinden ne kadar farklı görünse de bir o kadar da benzerdir. İnsanların, özellikle de çocukların müzikle tanışma hikayesi de genellikle birbirini andırır. Kimi ailesinin zoruyla girer bu büyülü dünyaya, kimi duyduğu melodik seslerden etkilenip kendi girer içeri, kimi bu dünyanın içine doğar ve bir daha da terk edemez.

Ben de birçokları gibi müziğin olduğu bir dünyaya doğanlardanım. Kasetlerin olduğu, radyonun çaldığı evlerden birinde hatırlarım hep kendimi. Bir çocuk olarak Barış Manço’yu tanıdım ilk olarak, onun sözleri ve notalarıyla renklendi çocuk dünyam. Daha sonraları televizyon ve bilgisayarın sunduğu nimetlerle karşılaştım. Televizyonda sesler görsellerle birleşti, bilgisayarda istediğim parçalara ulaşma lüksü çıktı karşıma. Artık kasetlere kalem daldırmaya, sürekli olarak kaset ve cd değiştirmeye gerek kalmamıştı, istediğim şarkılar, sözler, notalar, müzikler elimin altındaydı – internet sağolsun.

Fakat müzikle asıl tanışmam anaokulunda başladı. Okulda o zamanlar ne olduğunu anlayamadığım eski bir piyano ve bize zaman zaman parçalar çalan okul sahibi vardı. Yıllar sonra evde o eski püskü, yıkık dökük aletin bir benzeriyle karşılaşacağımı bilmeksizin dinlerdim. Evet, yıllar sonra evde piyanoyla tanıştım. Kendisi piyano kursuna başlamış, evde çalışabilmesi için de bir piyano gerekliymiş. O an benim için ne kadar gereksiz görünse de, evin düzenini ne kadar değiştirmiş olsa da zamanla ben de varlığını kabul etmeye ve hatırlayamadığım bir geçmişten tanıdık gelen bu alete alışmaya başladım. Bana yıl gibi gelen bir sürenin sonunda da evde yalnız kaldıkça, kimsenin beni duyamayacağından emin oldukça yakınlaşmaya, tanımaya başladım. Kulağımda kalmış melodileri çıkarmaya çalışa çalışa, kendimce bir şeyler başarmış olmanın ve sıfırdan bir şeyler yaratmanın verdiği mutlulukla ben de gerçek müziğin; hoparlörler, kulaklıklar, kasetler, cdler olmaksızın sunulan ve yaşanılan müziğin içine girdim. Zamanla abimle kursa gide gele ben de başladım. İşte o zamanlar eskiden Özlem Hoca, şimdilerde ise Özlem Abla olan o tatlı insanla tanıştım. Bana müziğin hiç bilmediğim bir yanını gösterdi ve kendimi hayal bile edemediğim şeyler yaparken buldum.

5 – 6 senenin sonuydu sanırım, piyano çalmaya ara verdim. Zaten hiçbir zaman tutkulu olamamıştım, o uzun çalışma gerekliliklerinden ve benden başkalarının müziğimi dinleyebiliyor olmasından hiçbir zaman keyif alamadım. Sanki her parçayı birkaç denemede çalabilmem, uzun süreler başında oturmadan olması gerektiği gibi başarabilmem gerekiyordu. Kursa ara vermiş olmama ve piyanoyla arama bir mesafe koymama rağmen müzikten kopamadım. Çalmanın verdiği o tatminliği, o mutluluğu bulabileceğim yeni yollar, alternatifler arar oldum ve sonunda da kendimi klasik müziğin kollarına attım. Her ne kadar enstrümanın başında ben olmasam da her ne kadar tuşlar benim elimin altında olmasa da o ahenge, o uyuma tanık olabilmenin verdiği haz bile yeterliydi benim için. Ve sonunda kendimi aynı dünyada farklı bir noktada buldum. Müzikle olan ilişkim – en azından benim için – bir adım öteye taşındı. Artık her konserde ben de bir maestroydum. Parçaları sanki onlar çalıyor ama onları ben yönetiyordum, öylesine giriyordum müziğin içine. Gün geçtikçe bu alanda daha etkin hissetmeye başladım kendimi, artık beğenmeme lüksüm, eleştirme hakkım vardı. Ve eleştirmeye kaydım. Gittiğim konserleri kendimce yaza yaza, eleştirmeyi öğrendim.Ve gün geldi, kendimi farklı bir yerde, sinemanın içinde, sinema eleştirirken buldum. Hala da sinema yazarlığı yapıyor, kendimi bu alanda geliştirmeye çalışıyorum. Ama müzikten kopmuş sayılmam. Yeniden müziğe, müzikle ilgili yazmaya döndüm, dönüyorum. Fakat her şey Fenerbahçe’deki o küçük dairede, Özlem Abla’yla başladı. Eğer o beni bu dünyayla tanıştırmasa, bana bilmediklerimi göstermeseydi ne müzikle bu kadar iç içe olabilir, ne şu an uğraştığım işe başlayabilirdim. Belki başlardım bir yerden, bir şekilde, ama bugünkü koşullarda onun sayesinde oldu. Benim hikayem de bu işte.”

Mimar Sinan Üniversitesi / Sosyoloji Bölümü Öğrencisi

Alman Lisesi Mezunu

Sinema tutkunu / eleştirmeni

Müzik sevdalısı / eleştirmeni 

mert tanöz